Tüketici Etnosentrizmi Çerçevesinde, Türkiye’nin Ekonomik Sorunlarına Bir Çözüm Önerisi

Gerek ekonomik gerekse sosyal anlamda her geçen gün aldığımız olumsuz haberler, Türkiye ekonomisinin giderek kötüye gittiğini ve çok yakın bir gelecekte işin içinden çıkılamaz bir hal alacağını bizlere göstermekte. Kendimizi kandırmaya gerek yok; artık altından kalkılması zor problemlerin bizleri beklediği ve hep sözünü ettiğimiz “yapısal reformların” uygulanmasının gerektiği aşikar. Kurumlar ölçeğinde ve devlet katında iyi niyetli ve sonuç odaklı çalışmalar yürütülüyor olsa da, bunların ancak ve ancak dış ticaret açığımızın düşürülmesini, ihracatımızın artmasını, bankacılık sistemimizin ayakta tutulmasını, pandemi sürecinin daha az hasarla atlatılmasını vs. sağlayacak adımlar olduğu görülmekte. Bir o kadar da yanlış adım atıldığını düşünürsek iş dünyası ve vatandaşlar olarak işimiz oldukça zor görünüyor. ” Tüketici Etnosentrizmi Çerçevesinde, Türkiye’nin Ekonomik Sorunlarına Bir Çözüm Önerisi ” başlıklı yazımı tam da bu duygularla yazıyorum.

Tüketici Etnosentrizmi (Consumer Ethnocentrism) günlük jargonda sıkça kullandığımız terimlerden birisi değil. Bu nedenle, işe önce bu kavramı tanıtmakla başlamak faydalı olacaktır:

Etnosentrizm kavramı, Türkçe’de “biz-merkezcilik” veya “ırk-merkezcilik” kelimeleriyle ifade edilen, Yunanca’da “millet, ırk” anlamına gelen “ethnos” ve merkez anlamına gelen “kentron” kelimelerinin birleşmesinden oluşan bir kavramdır (Aysuna, 2006). İlk kez William Graham Sumner tarafından 1906 yılında kullanılan ve sosyoloji literatürüne geçen etnosentrizm kavramı kişinin kendi kültürünü ve yaşam tarzını diğer insanlarınkine kıyasla daha üstün bulma eğilimi olarak tanımlanırken; Sharma ve Shimp (1987) ise kavramı, kişinin içinde bulunduğu etnik grubu evrenin merkezi gibi görmesi, diğer sosyal grupları kendi grubunun bakış açısından değerlendirmesi ve kültürel olarak kendine benzer kişileri körü körüne kabullenerek, farklı etnik gruplardaki kişileri reddetmesi olarak açıklamaktadır.

Tüketici Etnosentrizmi kavramı ise, yabancı ürünleri tüketmenin etik olup olmadığını tartışan bir kavram olup, tüketicilerin yerli ürünleri yabancı ürünlere tercih etme eğilimi olarak da tanımlanabilir. Shimp (1984) ve Shimp ve Sharma (1987) tarafından yapılan çalışmalarla William Graham Sumner’ın etnosentrizm kavramından türetilerek pazarlama literatürüne dahil edilen tüketici etnosentrizmi (Balabanis vd., 2002: 9), yabancı malları kullanmanın ve satın almanın ne derece uygun veya ahlaki olduğuna ilişkin görüş ve değerlendirmeleri ifade etmektedir (Mutlu vd., 2011: 53; Armağan ve Gürsoy, 2011: 69).

Etnosentrik tüketiciler, yerli ekonomiye zarar vereceği ve işsizliğe neden olacağı düşüncesi ile yabancı ürünleri satın almanın yanlış olduğuna inanmaktadırlar. Ayrıca yabancı ürünleri tercih etmenin açık bir şekilde vatansever bir davranış olmadığını düşünmektedirler (Shimp, 1984: 285). Dolayısıyla, tüketici etnosentrizminin belirli bir pazarda yüksek olması, o pazara girecek olan yabancı firmalar için büyük bir tehdit unsuru oluşturabileceği gibi, yerli firmalar açısından da bazı avantajlar sağlayabilmektedir (Turgut, 2010: 2).

Aslında krizlerden çıkış için çoğu zaman, Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni birlikte kurduğu kadronun yaptıklarına bakmak gerekli ve yeterli olmaktadır. Mevcut durumda da bu yol izlenmelidir ve bu yol izlendiğinde görülecektir ki, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, bir ulusun ayağa kalkabilmesi ve bir ülkenin yoktan var edilebilmesi adına Tüketici Etnosentrizmi her anlamıyla değerlendirilmiş ve belirli kalıplar dahilinde topluma empoze edilmiştir. Bugün yapılması gereken de “Kontrollü Tüketici Etnosentrizmi” adını verebileceğimiz bir yöntem ile bu yolun izlenmesidir.

Buraya kadar okunduğunda çok teknik bir husus gibi görünse de işin özü çok basit ve bir çoğumuzun hafızasında zaten var : “Yerli Malı Yurdun Malı, Herkes Onu Kullanmalı!“. İlk olarak 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal Atatürk ile temelleri atılan ve daha sonra İsmet İnönü’nün 1929’da TBMM’de yaptığı konuşma ile desteklenerek, 1946 yılından itibaren kutlanmaya başlanan “Tutum Yatırım ve Türk Malları Haftası” bu anlamda yapılması gerekenleri özetler nitelikte ve mevcut konjonktürde kesinlikle uygulanması gerekmekte! Tabii ki, son yıllarda içi boşaltılan bir çok diğer kavramda olduğu gibi körü körüne ve sembolik bir uygulamadan bahsetmiyoruz.

Kavramın özüne inildiğinde her ne kadar aşırı milliyetçi çağrışımlar yapsa dahi, burada sözünü ettiğimiz model bu noktadan çok farklı bir konumda. Zaten, globalleşen günümüz dünyasında bu tarz aşırı korumacı tedbirlerin işe yaramadığı kolaylıkla görülebilmekte. Bu durumda yapılması gereken, devlet tarafından öncülük edilecek bir toplumsal bilinçlenme hareketi ve buna uygun hamlelerdir. Tanımdaki “Kontrollü” ibaresi de bu durumu nitelemekte ve kısmen veya tamamen dışa kapalı bir ekonomi modelinin önüne geçilmek istendiğine işaret etmektedir. Aksi durumda ulaşılacak nokta olarak önümüzde Kuzey Kore gibi bir örnek durmaktadır.

Bugün tüm dünyada farklı yöntemlerle uygulanan ve ithal ürünlere karşı yerli ürünleri koruyacak önlemler pek tabii ki bu tür bir çalışmanın başlıca aktörlerinden olacaktır, ancak tek başına yeterli değildir. Bunun yerine (ve yanında) kamu satın alımlarından başlayarak tamamen veya kısmen yerli üretim yapan üreticinin ürettiği yerlilik oranı yüksek ürünlere ve sunulan hizmetlere öncelik verilmesi çok daha önemlidir. Zira, şirketlerde olduğu gibi ülke yönetimlerinde de, yöneticiler tarafından benimsenmeyen / desteklenmeyen / bizzat uygulanmayan hiç bir kararın ve yönlendirmenin çalışanlarda / vatandaşta bir karşılığı bulunmamaktadır.

Bunun da ötesinde, artık kaybettiğimiz yerli malı kullanma bilincinin topluma tekrar hatırlatılması ve özellikle küçük yaşlardaki çocuklarımızın bu bilinçle yetiştirilmesi, bu yazıya konu edilen hususların eğitim sisteminin bir parçası haline getirilmesi büyük önem arz etmektedir.

Yabancı markaların yerli markalardan, ithal ürünlerin yerli ürünlerden daha üstün olduğu yönünde son birkaç on yılda zihinlerimize -her nasıl olduysa- yerleştirilmiş olan düşünce bertaraf edilmelidir. Yerli üreticilerimizin yazdığı başarı hikayeleri çok daha yüksek tonda dile getirilmeli, özellikle rekabetçi sektörlerimiz ve ürünleri / hizmetleri ile ilgili olarak yoğun bir tanıtım kampanyasına girişilmelidir.

Günümüzde oldukça yaygın bir biçimde uygulanan ve iş dünyasının takdirini toplayan teşvik, destek ve hibelerde “ithal ikamesi” hususu daha fazla ön plana çıkartılmalı ve daha etkin bir kontrol mekanizması tesis edilmelidir. İhracata yönelik desteklerin sayısı, bütçesi ve kapsamı artırılmalı ve bu anlamda daha yoğun bir mesai harcanmalıdır.

Yerli turizm özendirilmeli, vatandaşa öncelikle kendi ülkesini tanıması gerektiği anlatılmalıdır.

Toplumda satın alınan ürünlerin / hizmetlerin kim tarafından sunulduğunun araştırılması yönünde bir bilinç oluşturulmalı, bu bilgiye daha kolay ulaşım sağlanmalı ve satın alma kararlarında yabancı menşeili ürünler tercih edilse dahi, %100 ithal ürünler yerine, çok uluslu firmalarca ülkemizde üretilen ürünlerin tercih edilmesi ve bu şekilde, yabancı firmaların Türkiye’deki tüketici etnosentrizmini daha fazla gözeterek pazara girmeleri ve mutlaka belli ölçüde yerli kaynak (işgücü, hammadde vs.) kullanmaları gerektiğini öngörmeleri sağlanmalıdır.

Ekonomik olarak bir “Kurtuluş Savaşı” verilecekse, değinilmesi gereken bir diğer nokta da tasarruf bilincidir. Toplumdaki bireylerin, bizlerin çocukluk dönemlerinde olduğu gibi, tasarruf yapabilecekleri gelir düzeyine ulaşması sağlanmalı, bunun da ötesinde mevcutta tasarruf yapabilecek kişilere tasarruf bilinci aşılanmalı ve doğru tasarruf yolları öğretilmelidir. Kamu spotundan öteye gidemeyen, göstermelik ve cılız tasarruf / israf  kampanyalarından vazgeçilmeli, gerçekçi, uygulanabilir, üst kademelerce de hayat tarzı olarak benimsenen ve rol model olarak sunulabilen yeni yaklaşımlar sergilenmelidir.

Peki, tüm bunlar yapıldığında ne olacaktır? Öncelikle, yerli firmaların ciroları ve buna bağlı olarak üretim hacimleri artacak, ölçek ekonomisi ile birlikte maliyetleri düşecek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi sermaye birikimi yapmaları sağlanacak ve bunun doğal neticesi olarak da daha fazla yatırım yapabilmelerinin önü açılacaktır. Üstelik yüksek teknoloji gerektiren sermaye yoğun sektörlere. Daha fazla yatırım ise, daha fazla istihdam ve düşen işsizlik olarak toplumsal bir kazanım olacaktır. Artan milli gelir ve kişi başına düşen pay ile birlikte de tüketim daha fazla artacaktır. Başka bir deyişle, özellikle Covid-19 pandemi sürecinde büyük hasar gören “Gelir-Harcama Zinciri” daha sağlam hale getirilebilecektir. Bu açıdan ve mikro boyutta bakıldığında bir ferdin -o anlık maliyeti daha fazla olsa dahi- yerli ürünü tercih etmesi, kendisine iş ve daha yüksek gelir imkanı sunacağı görülmektedir.

Tüm bunların sonucunda ulaşılacak nokta ise toplumsal refahtır. Zaten şu üç günlük dünyada, eninde sonunda ulaşmak istediğimiz de bu değil midir?

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir